İnsanın yemek ile ilişkisi, onun hayata bakışının bir tür “ayna”sı gibidir.
Ne yenip, ne yenilmediği değildir belirleyici olan…
Belirleyici olan “reddettiklerimiz”, “reddedebildiklerimiz”dir…
Evet… Reddedebildiklerimiz.
Bir tarafta lezzetler, diğer tarafta biz…
Tarih bize bu konuda ilginç örneklerle yol gösterir. Tarihe mal olmuş insanların yemek ile ilişkileri, yaşamlarına dair ipuçlarını da içinde barındırır.
Immanuel Kant, günde bir öğün ve hep aynı yemeği yermiş.
Osmanlı Saray eşrafına operayı sevdiren isimlerden olan Giuseppe Donizetti’nin ise, yatağından hiç çıkmadan yemeklerini yediği ve bestelerini yine aynı şekilde yazdığı rivayet edilir…
XVI. Lui için ise üst üste koyarak pişirttiği etlerin sadece ortadakini yediği söylenir…
Lezzetlerden vazgeçebilenler ve lezzetlerin tutsağı olanlar…
Bugün “lezzet” dediğimiz gerçek ile olan bağlarımız, bizim yaşam kalitemizi de belirliyor.
Lezzetli bir yemek,
Lezzetli bir tatlı,
Lezzetli bir Çikolata…
Hepsi tahrik edici, hepsi gizli tutsaklıkların paslı kilidi.
Bu lezzetlerden vazgeçebildiği, belki daha doğru deyişle “ölçülü olunabildiği” oranda, yaşam kalitesi artıyor.
Hayatın tamamı da “lezzet”ler ile kurduğumuz ilişki gibi değil midir?
Hayatımızda “seçtiklerimiz”den çok “reddettiklerimiz” belirleyicidir.
Seçtiklerimiz / reddettiklerimiz…
Çoğunlukla, bu ikili arasında bir eşitlik olduğunu düşünülür. Oysa gerçek öyle değildir. Seçmek, eklemek kolaydır. Reddetmek ise başka bir akıl, başka bir bilinç gerektiriyor.
O nedenledir ki, “ayna”nın karşısına geçtiğimizde, seçtiklerimizi bir film şeridi gibi akıtmak yerine, reddettiklerimize bakmak gelecek adına daha değerli.
Çünkü hayatımızın kalitesini seçtiklerimizden çok reddettiklerimiz belirler…
Bir önceki yazı G20 için 20G…
Leave A Reply