Geçtiğimiz hafta Londra’daydım. Farklı ülkelere gitmek, birlikte çalıştığımız insanlarla beyin fırtınası yapmak, o ülkelerin doğasını, kültürünü görmek, anlamaya çalışmak çok katkı sağlayıcı. Hele müzeler; insanlığın belleği…
O belleğin en değerli parçaları ise resimler.
Bazen bir resim, bir resim olmaktan çıkar, başka bir şey olur…
National Gallery’de, Vincent van Gogh’un 1889 yılında yapmış olduğu “A Wheatfield with Cypresses” –buğday tarlasında bir servi” resminin karşısındayım.
Heyecanlıyım…
Yıllarca kitap sayfalarının arasında gördüğümüz ve hayranlıkla baktığımız bildik -ama bilmedik- resim karşımda duruyor. Fotoğraflar, dünyayı küçülttü, her şeyi evimize, cep telefonumuza, kitaplıklarımıza taşıdı. Ona çok şey borçluyuz. Ancak resim ile karşılaştığımda, tüm bize fotoğraflar yolu ile gelen bilginin eksik olduğunu bir kez daha fark ediyorum. Van Gogh’un ellerinin dokunduğu, fırçasını tuvalin üzerinde gezdirdiği “gerçek resim” bizim imajlar üzerinden gördüklerimizden çok farklı.
Resim beni içine çekiyor. Bu çekişin nedeni onun da Akdenizli olması mı acaba?
Gökyüzünün buğdayların rengi, gökyüzü ile yeryüzünü birbirine bağlayan yukarıdan mı aşağıya, aşağıdan mı yukarıya aktığı belli olmayan servinin tanıdıklığı… Uzakları hissettiren gri mavi sıradağlar… Hele aradan kendini gösteren ‘oraya konmasaydı eksik kalırdı’ dedirttiren çiçekler…
Her gün karşılaştığımız bildik bir manzara.
Sonra resim beni derinlerine doğru çekiyor. Bütün o gerçeğe dair bildiğimiz her şey flulaşıyor ve bir resim gerçeği ile karşılaşıyoruz.
Van Gogh’u özel kılan fırça darbelerini görüyorum. İki boyutlu resim üç boyutlu gibi. Kalın fırça darbeleri ve her bir rengin ölçülülük içinde yanındakine duyduğu saygıyı hissediyorsun. Renkler… Renkler… Renkler…
Bildik renkler, sınırları olmayan lekeler… Bilinmedik bir başka dünya…
Ressam bize, kendi dünyasını resimler üzerinde açıyor. Dünya bana böyle görünüyor, ben dünyayı böyle görüyorum diye fısıldıyor.
Resim, insanı içine alan öyle bir “aura” oluşturuyor ki, karşısından kopamıyorsunuz. Biraz uzaklaşınca içinde yaşadığımız “gerçek” bizi çekmeye başlıyor. Van Gogh’un ışık yağmurundan, gri ıslak yağmurlara doğru akıyoruz.
Bir resme bakmak…
İnsanın zihninde bu kadar ışık olabilir mi?
Zaman mı uygundu, resim mi tılsımlıydı bilemiyorum.
Ama çok iyi geldiği bir gerçek…
Bugünlerin zihinsel yaralarını en kısa sürede sarmamız, işlerimize yeni bir enerji ile başlayabilmemiz için; “kendi dünyamızdan uzaklaşıp, insanlığın ürettiği güzel şeylere bakmak” iyi gelecektir.
Van Gogh’un hayatına ve yaptığı eserlere bakınca insan; “umutsuzluk” sözcüğünün zihnimizden çıkarılması gerektiğini daha iyi anlıyor…
Bir önceki yazı Bize Düşen Görev…
Comment
Millet Devlet El Ele sloganı 15 Temmuz darbe girişimini durdurmuştur.Dünyada hiçbir millet, ülkesinde yapılan bir askeri darbe girişimini durduramaz.Milletimizle ne kadar öğünsek azdır.Ne Mutlu Türküm diyene.